Anılar

Bir anımı yazmak için oturdum bilgisayarın başına. Aklıma babaannemlerin evi geliyor. Annem, yengem, babaannem ve ben varız evde. Gündüz vakti. Telaşlılar. Mevlut varmış ertesi gün. Kim için, ne için bu mevlüt şu an hatırlamıyorum. Annem ve yengem mutfakta telaşlı telaşlı hazırlık yapıyorlar. Mutfağa girdiğimde güzel bir koku duyuyorum. Hamur kokusuna benziyor. Mayalı hamur kokusu evet. Şimdi de kek kokusu geldi. Kek ile poğaçaların, böreklerin kokusu birbirine karışmış.

Bizim ailenin kadınları beceriklidir. Beceriklidir derken ev yemekleri konusunda maharetlidirler demek istedim. Tabi ki herkesin becerikli olduğu şeyler farklıdır. Çocuk aklımla olanı biteni anlamaya çalışıyorum. Kimin mevlütü şu an hala hatırlayamadım. Babaannem salonda. Onun yanına gidiyorum. Yere bir sofra bezi sermiş. Önünde kocaman bir tencere ya da ben kocaman olarak hatırlıyorum. Dolma sarıp tencereye yerleştiriyor. Babaannemin zeytinyağlı dolması meşhurdur. Bir tek dolması mı? Hayır. Turşusu, sütlacı, akıtması da meşhurdur. Rahmetlinin eli çok lezzetliydi. Büyüklerimizin mi eli lezzetliydi yoksa o zamanki gıdalar doğal olduğu için mi yemekler lezzetli oluyordu bilmiyorum.

Anıdan anıya geçeceğim ama kusura bakmayın akışta böyle geldi. Hiç unutmam anneannem bahçeye iner patlıcan, biber, domates, taze fasulye, kuru soğan toplardı. Onları bahçedeki tulumbada yıkar. Güvece iri iri doğrar ve bahçedeki kuzinede köz olmuş odun ateşinde pişirirdi. İçine zeytin yağı ve tuz eklerdi sadece. Nasıl lezzetli olurdu anlatamam. O sebzelerin birbirine karışmış kokusunu her hatırladığımda duyarım. İşte şimdi de duyuyorum. Bak yine anıdan anıya geçeceğim. Birbirine karışmış kokular deyince aklıma vapurdaki simit ve çay kokusunun karışımı geldi. Eski yıllarda sabah vapurla adadan İstanbul’a inerken üst kata çıkar hemen büfeden bir simit ve çay alıp cam kenarında önünde masası olan bir masaya yerleşir. Hem denizi seyreder hem kahvaltı ederdim. Zaten o çay ve simit karışımı koku beni davet ederdi. Almamam yememem içmemem düşünülemezdi.

Neyse ben yine Arnavutköy’e seksenli yıllara babaannemin dolma sardığı ana dönüyorum. Oturduğu odaya arka oda derdik. Aslında orası da salon gibi büyüktü . Arka oda denize bakıyordu ve dar uzun bir balkonu vardı. Bak şimdi anı anıyı açıyor. Bir akşam o balkonda denize bakarken Sebahattin amcam ile ufo görmüştük. Tek görsem ya da o tek görse kimse inanmazdı. Birlikte görmüştük ve şahittik birbirimize. Hatta birkaç gün sonra Tercüman gazetesinde Yunanistan semalarında ufo görüldü yazmıştı. Bize inanmayanlara gazeteyi göstermiştik. Tamam tamam biliyorum babaanneme ve dolmalara dönmemi istiyorsunuz. Sanırım bu anının devamında yaptığım yaramazlığı yazmamak için anılardan anılara geçiyorum. Fark ettiniz değil mi sizi oyaladığımı.

Odaya girdiğimde babaannem dolma tenceresini doldurmuştu. Son üç beş dolmayı sardı. Sonra üzerini artan yapraklarla kapattı. Son olarak da ince ve genişçe mermer parçalarını da özenle o yaprakların üzerine yerleştirdi. Neden taşları yerleştirdiğini sordum. “Dolmaların şekli bozulur, açılırlar pirinçler şiştiğinde. Annenleri çağır da gelip tencereyi alsınlar. Pişsin. Yarın sabaha anca soğur” dedi. Kim geldi kim aldı kim ocağa koydu tencereyi hatırlamıyorum. Tam şu andan sonra aklıma gelen ilk kare babaannemin yatak odasında tencerenin yanına oturmuş dolmaları yediğim sahne. Demek ki dolmalar pişmiş, sabaha kadar ılınmış. Şimdi diyeceksiniz ki dolma tenceresi neden yatak odasında.

Hemen açıklayayım. Evde dedem, babaannem, babam, üç amcam, yengem, ben, kardeşim, gerçi kardeşim dolma yiyecek yaşta değildi sanırım henüz küçüktü. Yani 10 kişiyiz evde. Herkes dolmanın tadına baksa tencere biter. Babaannem de tencerenin üzerine örtü örterek saklardı. Bu bir adet gibi bir şey olmuştu. Ben yerini biliyorum tabi. İşte o sabah da yani mevlütün olduğu sabah oturdum tencerenin başına yedim de yedim. Yedim de yedim. Artık yemekten fenalık gelecekken babaannem odaya girdi ve “Ne yapıyorsun sen? Onlar misafirler içindi” dedi. O kadar bozulmuştum ki anlatamam. Utanmıştım, üzülmüştüm. Ben resmen sormadan bir şey yemiştim. Oysa ki sormadan bir şey yemememiz gerekirdi ama kabullenemiyordum. Burası bir yabancının evi değildi ki. Bizim evimizdi. Bizim dolmamızdı yediğim. Hem tencere o kadar büyüktü ki benim yememle biter miydi. Babaannem belki de biteceğinden değil de bana terbiye vermek için söylemişti. Babaannem çok bilge bir kadındı. 51 yaşındayım şu an bile unutmadığım, hayatıma, karakterime işleyen bir çok nasihati olmuştur.

Kusura bakmayın yine anıdan anıya geçeceğim ama nasılsa dolma mevzusu bitti geçebilirim yani. Yine seksenli yıllar, bir fotoğraftan yola çıkarak o zamanki yaşımı tahmin etmeye çalışıyorum. Kardeşim üç yaşlarında, ben de 10 yaşlarında falanım herhalde bu durumda. Çanakkale’ye büyük amcamın düğününe gittik. Yengemler Çardak ilçesinde yaşıyorlardı. Bu arada biz de Çanakkaleliyiz ama babam gençken İstanbul’a gelmişler dedemin işi dolayısıyla. Bizim memlekette düğünler üç gün sürer. Sokaklara sofralar kurulur. Evlere kurulur sofralar aslında da çok kalabalık olduğumuz için sokaklara da taşar. Yengemim evindeyiz. Üst katta kadınlar için kurulan uzun bir yemek masasındayız. Babaannem masanın en başında oturuyor. Karşısında da yengemin annesi. Adını hatırlamıyorum ama ince uzun bir kadın olduğunu hatırlıyorum. Desenli bir gömlek var üstünde. Altın sarısı metal gözlükleri aklımda. Masanın uzun olan kenarlarında da ailenin kadınları sıralanmış. Genç kızlar ayakta hizmet ediyor. Ben babaannemin hemen sağ tarafında masanın uzun kenarında oturuyorum. Tavuk ve pilav var tabağımda. Ayrıca masada ortak yenilen tabaklarda zeytinyağlılar, salatalar, karpuz ve baklavalar var. Odada ağır bir koku olduğunu hatırlıyorum. Normal tabi. Yaz zamanı, kapalı bir oda. Büyük bile olsa kapalı sonuçta, yemeklerin ve insanların kokusu birbirine karışmış. Ben bir an önce yemeğimi yemek ve bahçeye inmek istiyorum. Bahçe serin. Çanakkale’de geceler serin olur yaz zamanı bile.

Şu andan itibaren hatırladığım pilavımdan yanmış kibrit çöpü çıktığı. Ben kibrit çöpünü elime alıyorum, babaannemle göz göze geliyorum tam çocuk saflığıyla “yemeğimden kibrit çöpü çıktı” diyecekken, babaannem bir panter gibi elimden çöpü alıyor ve sus diyor sessizce. Daha doğrusu bana gözleriyle anlatıyor susmam gerektiğini. Size de tanıdık geldi değil mi?

Biz gözleri okuyan çocuklardık. Şimdi ise sözleri anlayamaz olduk. Sonra babaannem sofra toplandığında beni yanına çağırıyor ve kulağıma şefkatli bir ses tonuyla “insanların kusurlarını söylemek çok ayıptır. Bu kibrit çöpü yanlışlıkla düşmüştür. Bir kusur değil zaten ama kusur bile olsa söylenmez. Saç bile çıksa kenara ayır kimse görmeden ve yemeğe devam et. İnsanlar çok üzülür.” dedi. Şimdi bu söylediği ne kadar doğru ne kadar yanlış ya da hangi şartlarda yapılır ya da yapılmaz bilemem tabi. Örneğin bir lokantada yemeğimizden saç çıksa ya da kibrit çöpü çıksa hoş kibrit kalmadı artık da, ne yaparız. Garsonu çağırıp bu yemekten bu çıktı deriz. Ya başka yemek isteriz ya da oradan kalkar başka lokantaya gideriz.

Şimdi yakın zamanda yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum. Çok sevdiğim bir arkadaşımın evindeyim. Şahane bir sofra kurmuş. Eli de çok lezzetlidir kendisinin. Karşılıklı yemek yiyoruz terasında. Dolmamın içinden saç çıktı. Arkadaşımın sarı saçı. Kısa da değil upuzun. Ona çaktırmadan saçı nasıl dolmadan ayıracağım bin takla attım. Sonunda o fark etmeden saçı ayırdım ve bir şekilde yok ettim. Dolmamı ve diğer yemekleri de yedim. Midem de bulanmadı. Arkadaşımı üzemezdim. Sonra akşam eve geldiğimde bunu çok düşündüm. Neden midem bulanmamıştı. Buldum sebebini. Babaannem o kadar öğretici ve yumuşak bir şekilde bu konuyu bana anlatmıştı ki. Böyle şeylerin olabileceğini ve insanların kusurlarını örtmenin güzel bir şey olduğunu öğretmişti. Şimdi bu yazdıklarımı okuyanlardan bazılarınızın midesi bulandı bazılarınızsa normal okudu geçti. İşte tepkilerimiz çocukluktan bu yana aldığımız, yüklendiğimiz yargılar ile ilgili. Belki de saç çıktı diye söylenmeli. Söylenmeli ki o kişide dikkat etsin. Doğru ya da yanlış olduğunu herkesin kendine bırakıyorum. Anılara daldıkça bak neler gelmeye başladı aklıma.

Bir yaz tatilinde her sene olduğu gibi annemin memleketi Akhisar’dayız. Sıcak bir yaz günü. Cırcır böceklerinin uğultusu var kulaklarımda. Rahatsız etmiyor bu ses beni tam tersine huzur veriyor. Neden bilmem yıllar geçtiği halde yaz tatillerinde güney illere gittiğimizde ağaçlık yerlerden yürürken gelen bu ses duyduğum an beni rahatlatır. Sanırım biz hiç büyümedik. Tepkilerimiz hep çocuklukta yaşadığımız olaylardan dolayı verdiğimiz tepkiler.

Akhisar’da  Nisan ile Kasım arasını damda geçirirdi anneannemler. Dam dediğim yer iki odalı kerpiç köy evi. O zamanlar dam denirdi. Belki şimdi de bazı yerlerde öyle deniyordur. Öğlen yemeğinden sonra uykuya yatardık. Çocuklar içeride. Büyüklerde dışarıdaki divanlarda ya da hasırın üzerinde bir iki saat uyurduk hepimiz. Damın içerisi çok serin olurdu. Ne de olsa kerpiçten yapılmış yani topraktan. Sadece serin mi hayır aynı zamanda da huzur dolu olurdu. Toprak bana her zaman huzur veren bir element oldu. Topraktan geldiğime inandığım için olabilir. Öğleden sonra uyandığımda dışarıdan annemlerin sesini duyardım. Damın önü beton kaplıydı, üzerinde hasırlar vardı. Üstünde de büyükçe neredeyse damın genişliği kadar geniş tahtalardan yapılmış kirişli bir çatı vardı. Yani koyu gölgede otururduk. Bir de sağ taraftan dağdan güzel bir esinti gelirdi. Artık tesadüf mü yoksa dedem esintiye göre mi damın yönünü belirlemişti bilmiyorum. Uyandıktan sonra avluyu gören tahta kapının alt kısmındaki, avucumun genişliği kadar olan delikten önce dışarı bakardım. Neden böyle bir şey yapıyordum hatırlamıyorum ama çocukluk merakı olduğunu zannediyorum şu an düşündüğümde. Sonra anne diye seslenirdim oradan. Annem de uyandınız mı hadi gelin çay yaptık derdi.

Çayın yanında her zaman pide ya da kahvaltılık olurdu. Sonra akşam olduğunda da yine akşam yemeği yerdik. Şimdi düşünüyorum da eskiden ne çok öğün yermişiz. Yakıyorduk demek ki. Hiç de kilolu değildik. İdeal bedenlerdeydik. Yine o gün de çay ve pide vardı. Göçmen olduğumuz için böreğe bizde pide derler. Aslında pırasalı börek dersem daha çok gözünüzde canlanır. Sonrasında da karpuz kesti dedem. Yemeğimiz bitip sofrayı kaldırmadan önce annem ya da anneannem karpuz kabuklarını minik minik doğrardı. Bir kısmını komşunun hayvanlarına götürmemi bir kısmını da tavuklara atmamı isterdi. Kendimi ne kadar işe yarar hissederdim anlatamam. Elimde bir poşet kabuk ile komşunun ağılına gidişimi görmeniz lazımdı. Evler de birbirine uzaktı. Otların ağaçların arasında yürüyerek Halime ablaların evine ulaştığımda seslenirdim. Kapıya çıktıklarında ısrar ederdim ben vereceğim kabukları hayvanlara diye. Neden ısrar ediyordum hatırlamıyorum. Zaten hiç verme dediklerini de hatırlamıyorum. Keçileri ve keçilerin yavruları oğlaklar vardı ağılda.  Ağılın kapısından girdiğimde gölgede yatan keçi ve oğlaklar hemen ayaklanırlardı. Sanki onlara karpuz kabuğu getirdiğimi biliyorlardı.

Şimdi karpuz kabuğu yiyor mu acaba keçiler ya da diğer büyük başlar ya da eşekler, sıpalar. O zamanlar herkesin beş altı ineği ya da beş altı keçisi, koyunu olurdu. Onlar üredikçe doğanlar bayramlarda ya da diğer zamanlarda satılırdı. Sonra yine yeni yavrular doğardı onlar büyürdü ve satılırdı. Şimdi öyle değil ki çiftlikler var. Kapalı alanlarda hazır yemlerle büyüyen inekler, koyunlar var. Etler neden lezzetini yitirdi. Çünkü yedikleri tek çeşit besin, hareket yok. Neyse teknoloji ya da gelişimler konusunda ahkam kesecek değilim. Hoş öyle bir bilgim ya da araştırmam da yok zaten. Benim tespit ettiğim bir şey var ama. Bunu paylaşmak zorunda hissediyorum nedense kendimi. İnsan hayatı ne kadar sade yaşarsa  o kadar mutlu ve huzurlu oluyor. Para kazanmak tabi ki önemli ama çok paraya ihtiyacınız yoksa, beklentileriniz az ise ,bir çiftlik dolusu büyükbaş ya da koyun değil de beş altı keçi ya da iki inek size yetebilir. Merak etmeyin zaten ürüyorlar. Bebekleri oluyor ve siz o bebeklere teker teker ilgilenirseniz aranızda duygusal bağ oluyor ve huzur doluyorsunuz.

İşte ben de kendimi bu sadeliğin içinde işe yarar hissediyordum bir poşet karpuz kabuğuyla…

Elika CAN

 

 

Related Posts

Sessizliğin Ritmi

Karşılaşma Üsküdar’ın eski sokaklarından biri; taş döşeli, iki yanını sarkan mor salkımlarla kaplamış bir yol. Yaz akşamı sessizce çökmüşken, Nil adımlarını ağırlaştırarak yürüyordu. Sıcak hava henüz tam çekilmemişti ama denizden…

Zêdetir
Rüzgarın Elmas’ı

Dağların Ardında Sessizlik Yıl 1981. İç Anadolu’nun dağları arasında saklanmış bir köy: Karapınar. Sisli sabahlarında evler birbirine sessizce bakar, rüzgârın diliyse yalnızca taş duvarların arasında anlaşılır. Bu köyde zaman, takvim…

Zêdetir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Pesendên Sereke

Ez ji Te re Av Bînim

Ez ji Te re Av Bînim

Serhonazê Kal

Serhonazê Kal

Destana Berxwedana Nefsê

Destana Berxwedana Nefsê

Rûdanên Hala

Rûdanên Hala

Bandora Ziman Li Ser Dilan

Bandora Ziman Li Ser Dilan

Mişkê Welat

Mişkê Welat

Behlûlê Dîn

Behlûlê Dîn

Qaçax

Qaçax

Keçe Kumsor

Keçe Kumsor

Çîroka Derew û Rastîyê

Çîroka Derew û Rastîyê

Şivanê Piçûk

Şivanê Piçûk

Mîr, Wezîr û Cotkar

Mîr, Wezîr û Cotkar

Pînokyo

Pînokyo

Siloyê Hirç

Siloyê Hirç

Bextîyar û Bêbext

Bextîyar û Bêbext