Rüzgarın Elmas’ı

Dağların Ardında Sessizlik

Yıl 1981. İç Anadolu’nun dağları arasında saklanmış bir köy: Karapınar. Sisli sabahlarında evler birbirine sessizce bakar, rüzgârın diliyse yalnızca taş duvarların arasında anlaşılır. Bu köyde zaman, takvim yapraklarından çok, toprağın ritmine göre akar.

Elmas, 43 yaşında, ince ve yüzü dağlarla yarışacak kadar çizgili bir kadındır. Evinin tek penceresinden sabahları dışarı bakar; her gün dağa bir soru sorar gibi. Kocası yıllar önce İstanbul’a iş bulmaya gittiğinde dönmemişti; Elmas bunun ne acısına ne de ayıbına fazla yer vermeden yaşamaya devam etmişti. Köyün “yalnız kadınları” listesinin en sessizi oydu.

Elmas’ın evi köyün biraz yukarısında, eski taşlardan örülmüş, çatısı zaman zaman rüzgâra yenik düşen ama içeride  sükûnet taşıyan bir yerdi. Her sabah tandırını yakar, ekmeğini pişirirdi ama gözleri hep başka yerdeydi. Elmas, yıllardır gizli gizli yazardı. Defterleri bir kavanozda saklardı, kilerdeki eski un çuvalının altında. Kelimeler onun için gündelik hayatta konuşamadığı bir dilin anahtarıydı.

Bir sabah, rüzgâr evin penceresini hızla açınca Elmas pencereye yürüdü. Dışarıda dağın yamaçlarında bir kıvılcım gibi parlayan genç bir kız vardı. Şirin. Kitap taşımakta zorluk çekiyordu. Elmas gülümsedi. Belki bu hikâyeye yeni bir cümle eklenmişti.

Köy halkı Elmas’a karşı hem meraklı hem mesafeliydi. Onun sessizliğinde bir bilgelik, bir tehdit olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü Elmas, köy meydanında hiç yüksek sesle konuşmaz ama konuştuğunda herkes susardı.

Bir gün, muhtarın annesi, Elmas’la tandır başında konuşurken şöyle dedi: “Sen, kelimeleri taşıyan bir rüzgâr gibisin. Hafif ama yakıcı.”

İşte tam da bu tanım, Elmas’ın kendi içindeki dönüşümün dışavurumuydu. Bu bölüm, onun iç dünyasıyla köy arasında kurduğu bağın temellerini atar. Dağların sessizliği, kadının iç sesiyle birleşir. Bir şeyler değişmek üzeredir.

Kelimelere Sarılan Kadın 

Elmas’ın çocukluğunda köyün adı başka türlü telaffuz edilirdi: “Kara Pınar.” Sanki pınar kendini gizlemek istercesine kara olurdu hep. Evleri saymak kolaydı, okula giden çocukları saymak daha kolay. Ama kız çocukları… Onlar çoğunlukla “sayılmazdı.”

Elmas, yedi yaşındayken annesi ona bir defter vermişti. “Bu boş… Sen dolduracaksın,” demişti. Ama Elmas okuma yazmayı bilmiyordu. Deftere bakar, çizgileri takip eder, kurşun kalemi eline alırdı ama harfler ona başka bir dünyadan sesleniyor gibiydi. O da kendi harflerini icat etti: dalga gibi kıvrılan çizgiler, bazen dağ gibi dimdik simgeler… Onları “rüzgâr dili” diye adlandırdı kendi içinde.

On dört yaşına geldiğinde, köydeki tek öğretmen olan Halil Bey, Elmas’a gizli gizli yazmayı öğretmeye çalıştı. Elmas annesinden izin alamadı; yazmak ayıp sayılırdı. Halil Bey köyden gittiğinde, Elmas yalnız kaldı ama ilk harflerini bir taşın üstüne kazımıştı. O taş hâlâ evinin önündeydi. Kimse fark etmezdi ama Elmas her sabah ona selam verirdi.

Gençliğinde evlendiğinde, kocası Hüseyin okumaya hevesli değildi. Kendi dertleri vardı. Elmas ise geceleri, tandırda ekmek piştikten sonra kömürün külüne parmaklarıyla kelimeler yazardı. Geçici, sessiz, ama içini döken bir edebiyat.

Yıllar geçtikçe Elmas’ın dünyası büyüdü ama dışarısı hâlâ küçüktü. Kitaplar köye nadiren ulaşırdı. Elmas, komşu köyden gelen bir kadınla kıyıda köşede kitap değiş tokuşu yapardı. Defterlerini saklarken “Bunlar benim çocuğum,” derdi. Onlara isim bile vermişti: “Umay,” “Sema,” “Irmak.”

Köydeki kadınlar Elmas’ın “kendine konuştuğunu” düşünür, onunla fazla yakınlık kurmazdı. Ama çocuklar… Çocuklar onu severdi. Hikâyeler anlatırdı onlara; çoğu uydurma gibi görünse de hepsi Elmas’ın yaşanmamış hayatlarının bir parçasıydı.

Bir gün, annesinin eski sandığında bir kitap buldu: “Kadınlar İçin Bir Dünya”. Sararmış, eksik sayfalarla doluydu. Ama o gün Elmas bir karar verdi. “Benim de kelimelerim başkalarına ulaşmalı.” Defterlerini sıradan bir yere değil, bir kitaplığa dönüştürmeye… İşte böylece içsel sesi dışa dönmeye karar verdi.

Kitaplıkta Başlayan Direniş 

Elmas, yıllardır biriktirdiği defterleri ve kitapları eski bir ekmek dolabına yerleştirdiğinde bunun bir dönüm noktası olacağını bilmiyordu. O dolap artık bir kitaplık olmuştu. Tandırın karşısındaki küçük duvarın önünde duruyordu—çatlakları arasında zaman birikmiş, raflar yaşanmışlıklarla dolmuştu.

İlk gelen kişi Şirin oldu. Genç kız, rüzgâr gibi içeri girdi; ayaklarında toz, gözlerinde heyecan. Elmas ona Kadınlar İçin Bir Dünya kitabının eksik sayfalarını gösterdi. Şirin sayfaları okurken sessizdi ama gözleri bağırıyordu. “Bunlar bize ait. Sesimiz,” diyordu sanki.

Günler geçtikçe kitaplık büyüdü. Köydeki kadınlar, çocuklarıyla birlikte gelip bir köşe kapıyor, okuma yazma bilmeyenler Elmas’ın yanına sokulup onun sesinden kelimeleri ezberliyordu. Elmas ise kimseyi yargılamadan dinliyor, sabırla anlatıyordu. Kitapları sıraya koymamıştı, hangi kitap hangi kadınla konuşursa, oraya gidiyordu.

Ancak her devrim biraz gölgede başlar. Muhtar Rıza, kulaktan kulağa konuşulan bu “kadın toplanmalarından rahatsız olmuştu. “Kitaplık değil o, fitne ocağı!” diyordu kahvede. Elmas bu sözleri duyduğunda gülümsedi. Çünkü bilirdi: fitne sözcüğü, kadınlar güçlendiğinde telaffuz edilirdi en çok.

Kitaplıktaki her kitap, bir kadının sesi olurdu. Zeliha Nine, gençliğinde yazdığı ama unuttuğu şiirleri Elmas’ın yardımıyla yeniden hatırladı. Genç bir anne, çocuğuna masal uydururken ilk kez kendi hikâyesini anlattı. Ve Elmas, kendi yazdığı rüzgâr diliyle birkaç satır okudu bir gün: kimse anlamadı ama herkes hissetti.

Kitaplar çoğalırken karşıt sesler de arttı. Bir gece kitaplık taşlandı. Cam kırıldı. Elmas camı tamir etmedi; pencereye bir kumaş gerdi, üzerine şu cümleyi yazdı: “Kelimeler, sessiz taşlardan daha dayanıklıdır.”

Muhtarın Gölgesi 

Köy kahvesinde konuşmalar yoğunlaşmıştı. “Kadınlar kitap okuyacakmış da bilgi sahibi olacakmış! Elmas fitne çıkarıyor,” diyordu bazıları. Başta muhtar Rıza. Yüzü dağ gibi geniş, sesi bastırıcı. Onun için düzen, kadınların suskunluğuyla sağlanırdı. Kitaplık, bu sessizliği bozuyordu.

Rıza’nın huzursuzluğu arttıkça kahvedeki sohbetler zehirli hâle geldi. “Elmas’ın evine giden kadınlar değişti. Artık soru soruyorlar. Bu iyi değil!” dediler. Bir akşam Rıza, Elmas’ın evine geldi. Elinde baston, yüzünde gölge.

“Ne yapıyorsun sen?” dedi, kapının önünde durarak.

Elmas pencerenin önünde durdu. O kumaşın üzerindeki yazıya baktı: Kelimeler, sessiz taşlardan daha dayanıklıdır.

“Konuşmak ayıp değil,” dedi sessizce. “Susmak zorunlu hiç değil.”

Muhtar gerildi. “Kadınlar böyle konuşmaz!”

Elmas gülümsedi. “Biz sadece konuşmuyoruz. Dinliyoruz, anlıyoruz, yazıyoruz.”

Bu karşılaşma yay gibi gerildi ama kırılmadı. O günden sonra muhtar, köyde sessiz bir göz haline geldi. Kadınlar kitaplığa girerken arkasından bakar oldu. Ama içeri giren kadınlar artık daha dik yürüyordu.

Kitaplık artık sadece bir kitaplık değil, bir kolektif bilinç mekânıydı. Her kadının orada bıraktığı iz bir diğerini cesaretlendiriyordu. Duvarlara kadınlardan alıntılar asıldı. Şirin’in defterinden bir cümle: “Bilmek, utanılacak bir şey değildir.”

Elmas, köy meydanında konuşma yapmaya karar verdi. Bayram günüydü. Erkekler şaşırdı. Kadınlar fısıltı hâlinde haber verdiler birbirlerine.

Meydanın ortasında, eski ceviz ağacının altında durdu. Elinde kendi yazdığı bir şiir vardı:

“Ben taş değilim, ezilip sessiz kalamam. Rüzgârım, göğe doğru yükselirim.”

Şiiri okurken meydanda sessizlik vardı. Ardından alkış değil, bir tür anlayış yayıldı. Bazı erkekler başını çevirdi, bazıları kızlarını Elmas’ın yanına yolladı.

Şirin’in Sessiz Devrimi 

Şirin on yedi yaşındaydı. Köydeki genç kızların çoğu gibi, onun da zamanı ev işleriyle, kardeş bakımıyla ve sessizlikle geçiyordu. Ama gözleri sürekli uzaklara bakardı; dağların ötesine, haritada isimleri telaffuz edilemeyen yerlere… Hayalini kurduğu şey bir üniversiteydi. Ama bu hayal, köyde bir masal gibi anlatılırdı—”okumak isteyen kız” masalı.

Elmas’la tanışması sıradan bir günün içindeki kıvılcımdı. Kitaplığa ilk gelişinde parmakları utangaçtı ama kalbi cesurdu. Elmas, ona kimseye göstermediği bir defteri verdi: “Rüzgâr Diliyle Yazılmışlar.” Şirin, kelimeleri tam anlamasa da hissetti. Çünkü duygular bazen harflerden önce gelir.

Şirin gece gizlice okurdu. Mum ışığında, sessizce. Defterin arasında bulduğu bir cümle onu sarstı: “Bir kadın yazarsa, dünya duymasa da rüzgâr taşır.” O gece, kendi defterini açtı. İlk cümlesi şöyleydi: “Ben de taşınmak istiyorum. Ama bilerek.”

Gün geçtikçe Şirin değişti. Elmas’la yaptığı sessiz sohbetler onu güçlendirdi. Konuşmalar kelimelerle değil, bakışlarla olurdu. Şirin, Elmas’ın gizli rehberiydi artık. Kitaplıkta okuduklarını evde satır satır tekrar eder, bilmediği kelimeleri kendi cümleleriyle yeniden kurardı.

Bir gün cesaretini topladı. Muhtarın kızına kitap verdi. Fısıltıyla: “Sen de okuyabilirsin.” Köyde dedikodular başladı. “Şirin değişti,” dediler. Annesi endişelendi ama Elmas bir akşam ona geldi ve şöyle dedi: “Senin kızın su gibi. Bilgiyle akar, taşmaz.”

Şirin üniversiteye başvurdu. Elmas’ın yardımıyla form doldurdu, mektup yazdı. Kabul edildiğinde köy meydanında sessiz bir kutlama oldu. Hiç müzik çalmadı, ama kadınlar birbirine sarıldı.

Elmas ona veda ederken, eski bir kumaşa rüzgâr diliyle bir şeyler yazdı. Şirin onu çantasına koydu, ne yazdığını bilmeden ama taşıyarak.

Bu bölüm, genç bir kadının köy sınırlarını sessizce aşmasını, bir mentorluk ilişkisiyle içsel gücünü keşfetmesini anlatır. Elmas’ın bilgeliği, Şirin’in kanatlarında başka yerlere taşınır. Sessiz devrim, artık hareket hâlindedir.

Zeliha’nın Mektubu 

Zeliha Nine, köyde adı unutulmayan ama sesi artık hatırlanmayan bir kadındı. Seksenine yaklaşmıştı ama gözleri hâlâ bir şeylerin peşindeydi—belki bir hatıra, belki eksik kalan bir sözcük. Tandır başında otururken, elleri hâlâ hamur açardı ama zihni geçmişte yazılmış bir satırı arardı.

Elmas onu ilk kez kitaplığa davet ettiğinde Zeliha yavaşça içeri girdi. Raflara bakmadı önce; duvarlardaki kadın alıntılarına göz gezdirdi. Sonra cebinden eski bir zarf çıkardı. Sararmış, kıvrılmış. “Ben bunu yıllar önce yazmıştım,” dedi. “Göstermedim kimseye.”

Zarfın içinden bir şiir çıktı. Elmas, satırları sessizce okudu. Duygular, kelimelerin arasından taşarak odadaki kadınları sardı. Şiir şöyle başlıyordu:

“Bir pınar var içimde, gözümde değil sesimde Taşların arasında konuşan bir kadın.”

Zeliha, gençliğinde bir öğretmene âşık olmuştu. O adam köyden gittiğinde Zeliha’nın sesi de onunla gitmişti. Şiiri o zaman yazmıştı ama kimseye göstermemişti. Elmas bu şiiri kitaplıkta sergilemek istediğinde Zeliha tereddüt etti. Ama sonra şöyle dedi: “Belki artık utanç değil, umut olur.”

Şiirin köyde yankı bulması uzun sürmedi. Genç kadınlar onu defterlerine kopyaladı, çocuklar annelerine sordu: “Taşların arasında kadın nasıl konuşur?” Sorular büyüdü; cevaplar kadınlar arasında yayılmaya başladı.

Muhtar şiiri görünce sinirlendi. “Gizli aşkı yüceltmek ne zamandır değer oldu?” dedi. Ama kimse onu dinlemiyordu artık. Çünkü Zeliha’nın sesi sadece aşkı değil, suskunluğu da anlatıyordu.

Zeliha Nine, bir gün kitaplığın duvarına bir satır yazdı:

“Ben gömülmedim, sadece sessiz kaldım.”

Bu bölüm, bireysel hatıranın kolektif hafızaya dönüşmesini, kadınlar arasında kuşaklar ötesi bir bağ kurulmasını anlatır. Zeliha’nın mektubu, geçmişin susturduğu sesin geleceğe ilham vermesidir.

Köy Meydanında Kelimeler 

Bayram sabahıydı. Köyün sokakları temizlenmiş, meydandaki ceviz ağacı altına sandalye konmuştu. Ama bu bayram farklıydı. Kadınlar kendi elleriyle kurmuştu sandalyeleri; bir kürsü değil, bir alan yaratılmıştı. Elmas o sabah, evinden bir kumaş parçasıyla çıktı—üzerinde rüzgâr diliyle yazılmış bir şiir vardı.

Meydanda toplanan kalabalık sessizdi. Erkekler uzaktan bakıyordu, çocuklar merakla yaklaşıyor, kadınlar birbirine omuz veriyordu. Elmas ortada durdu, gözleri yorgundu ama sesi berraktı.

“Ben buraya kelimeleri çağırmaya geldim,” dedi. “Çünkü biz yıllardır susarak yaşadık. Artık konuşarak var olacağız.”

Şirin, Zeliha, genç anneler, yaşlı kadınlar hep birlikte Elmas’ın etrafında durdular. Elmas şiirini okurken taşların üzerinde kelimeler yankılandı:

“Bir kadın başlarsa konuşmaya Dağlar bile sessizce dinler onu.”

Meydandaki sessizlik bir tür kutsal alana dönüştü. Alkış değil, bir başka tür onay vardı: bakışlarda, duruşlarda, gözyaşlarında.

Muhtar Rıza oradaydı. İlk kez sessizdi. Belki anlamıştı; belki anlamamak daha kolay gelmişti. Ama meydandaki ses, artık geri alınamayacak kadar büyümüştü.

Elmas konuşmasını şöyle bitirdi:

“Biz kelimelere inanıyoruz. Çünkü onlar bizi unutmuyor.”

Kadınlar sırasıyla mikrofonu aldı. Hikâyeler anlattılar, satırlar okudular, kendi kelimeleriyle meydanı doldurdular. Bazıları sadece durdu, ama varlıkları bile bir cümleydi.

O gün, köy meydanı bir kitaplık gibi oldu. Raflar yoktu ama kelimeler vardı; sessizliğin yerine ses, yalnızlığın yerine birlik geldi.

Rüzgârla Taşınan Miras 

Elmas bir sabah ansızın ortadan kayboldu. Ne bir veda mektubu bıraktı ne bir işaret. Evi yerinde duruyordu ama kitaplıkta defterlerin yanında rüzgâr diliyle yazılmış bir cümle vardı:

“Sesim burada kalıyor, siz duydukça çoğalacak.”

Köy sessizliğe büründü ama bu sessizlik artık eski türden değildi. Kadınlar Elmas’ın kitaplığını korumaya karar verdi. Zeliha, her hafta bir şiir yazıp duvara asıyordu. Şirin, üniversiteden döndüğünde kitaplığa yeni kitaplar getirmişti. Genç anneler çocuklarına hikâyeler anlatmaya başlamış, kelimeler artık yalnızca okunan değil, aktarılan bir miras olmuştu.

Kitaplık Elmas’ın ismini almıştı: Rüzgârın Elmas’ı. Raflara dokunan her el, onun yokluğunda bile varlığını hissediyordu. Yeni gelen kadınlar ona dair bir efsane dinliyor, sonra kendi kelimelerini buluyorlardı.

Muhtar görevden alınmıştı. Yerine seçilen yeni muhtarla birlikte kitaplık köyün resmi eğitim noktası oldu. Duvara şu cümle yazıldı:

“Burada herkes kelimelere tutunabilir.”

Bir gün ceviz ağacının altında, kadınlar küçük bir tören düzenledi. Elmas’ın yazdığı şiirler okundu. Sessizlikte yankılanan bir satır, herkesin kalbinde yer etti:

“Ben göğe karıştım ama sesim toprakta yürür.”

Related Posts

Sessizliğin Ritmi

Karşılaşma Üsküdar’ın eski sokaklarından biri; taş döşeli, iki yanını sarkan mor salkımlarla kaplamış bir yol. Yaz akşamı sessizce çökmüşken, Nil adımlarını ağırlaştırarak yürüyordu. Sıcak hava henüz tam çekilmemişti ama denizden…

Zêdetir
Ayşe Şan 29 Yıl Sonra Diyarbakır’da

Kürt müziğinin “Taçsız Kraliçesi” olarak bilinen sanatçı Ayşe Şan’ın cenazesi, vefatından 29 yıl sonra, bugün İzmir’den Diyarbakır’a getirildi. Şan’ın naaşı, Diyarbakır Havalimanı’nda Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanları Serra Bucak ve…

Zêdetir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Pesendên Sereke

Ez ji Te re Av Bînim

Ez ji Te re Av Bînim

Serhonazê Kal

Serhonazê Kal

Destana Berxwedana Nefsê

Destana Berxwedana Nefsê

Rûdanên Hala

Rûdanên Hala

Bandora Ziman Li Ser Dilan

Bandora Ziman Li Ser Dilan

Mişkê Welat

Mişkê Welat

Behlûlê Dîn

Behlûlê Dîn

Qaçax

Qaçax

Keçe Kumsor

Keçe Kumsor

Çîroka Derew û Rastîyê

Çîroka Derew û Rastîyê

Şivanê Piçûk

Şivanê Piçûk

Mîr, Wezîr û Cotkar

Mîr, Wezîr û Cotkar

Pînokyo

Pînokyo

Siloyê Hirç

Siloyê Hirç

Bextîyar û Bêbext

Bextîyar û Bêbext